Translate

28 Mart 2015 Cumartesi

Bahar



Yine akşam oluyor gurbetin ufuklarında. Güneş, nazenin bir sevgili edasıyla terk ederken gurbet tepelerini, ince bir sızı kaplayıveriyor yüreğimi. Tüllenen bu yamaçlardan güneş, sanki içimden birşeyler söküp götüren gizli bir el gibi kayboluveriyor. Bu veda ile birlikte karanlık, perdesini hece hece gökyüzüne çekiyor.
Güneşin batışıyla birlikte geçen günlerimi hatırlıyorum bir bir. Günlerin, sanki, beni bir yere ulaştırmak istercesine birbirini kovalmasına takılıyor aklım, güneşin gurûbuyla, içim cız ederken, mazideki günlerimi düşünüp arkasından hayıflanıyorum.
Bütün benliğimle geçmişe dalıyorum. Memleketimi, memleketimin baharlarını, kışlarını, yazlarını, ırmaklarını, güllerini beynimdeki hayal ekranından izlerken, çocukluğum geliyor aklıma. Gözümün önünden ilkbaharın memleketimi ziyaret ettiği günler geçiyor bir bir. Karlar kalkıyor, kış mevsimi istenilmeyen bir ziyaretçi edasıyla uğurlanırken, yağmurlar bulut bulut ziyaret ediyor memleketimi. Arılar güneşin ilk şualarıyla merhaba derken yeni güne, çiçeklerin, arıların gelmesini bekleyen sevgililer gibi süzülmesine takılıyor hayallerim. Böceklerden karıncalara kadar, tabiatın daimi sakinleri, bir bestenin parçası olma neşvesiyle her tarafta aheng oluşturmuş baharı karşılıyor bu topraklarda.
 Toprak,  sanki derin bir nefes alırcasına, yerdeki son yağmur tanelerini de,  bir emanetçi edasıyla göğe uğurlarken,  ortalığı ayrı bir koku kaplıyor bu mevsimde. Her taraf ayrı bir güzellik sergiliyor, bu güzel misafir hatırına. Güneşin ışıkları yamaçlara vurmuş, buhar buhar yerdeki yağmurlardan kalan son katreler de uzaklaşırken topraktan hasretin türküsü göklere tütüyor. Koyun, kuzu sesleri yamaçlarda birbirine karışmış. Koyunundan kuzusuna, kelebeğinden kuşlarına kadar, bütün canlılar, yeni gelen bahar misafirine hoş-âmedî etmenin sevincini yaşarken, içimden gayriihtiyarî bir kıpırdanmanın kalbime vuran ritmini hissediyorum. Ağaçlar da bîgâne kalmıyor bu hoş misafirin gelişine. Onlar da tomurcuk tomurcuk çiçeklerini buket yapıp hoş geldin edasıyla karşılarken bu güzel mevsimi; güneyden akşam vakti yüzlere tebessüm eden rüzgâr, üfül üfül eserek içimizdeki mutluğuluğu ziyadeleştiriyor. Yeni açan yapraklar da karşılıksız kalmıyor, rüzgârın selamına. Onlar da aynı içtenlikle cevap veriyor, akşamın huzur ve güven telkin eden konuğuna.
Yaprakların sevinci ortalığa hafif bir fısıltı şeklinde yayılırken, kuşların orkestradaki yerini alması geçikmiyor bu güzel bahar akşamında. Hep bir ağızdan usta bir bir şefin yönetiminde, her taraf, adeta, büyük bir bestecinin bestesini terennüm etmenin mutluluğunu sergilerken koca meydanlarda, bu latif manzara insanların yüzlerinde ince bir tebessüm şeklinde tezahür ediyor bu diyarda. Hele gece olup, ortalıkta, çocuk seslerinin, koyun, kuzu seslerinin dindiği bir vakitte, tabiatın sessizliğinde çekirgelerin koroyu devralması yok mu? Bu ses de ayrı bir renk katıverir yurdumun bu güzel köşesine...
Hava ılık, ortalık alabildiğine sessiz, gökte ay gülümsemekte. Ağaçlar, otlar nazlı nazlı sallanırken bu bezmde, çekirge sesleri ateş böcekleri bir başka güzellik katmak için yerini alıyor bu tabloda. Ay, ışığını çömertçe lutfederken yeryüzüne, yıldızlar taa uzaklardan hafifçe bir göz kırpıverir bu diyarın sakinlerine.
Sabaha kadar öten börtü böcek gecenin geçmesine, adeta, üzülür gibi name name yakar türkülerini. Sabah ayrı bir güzel olur baharda memleketim. Seherin ilk demlerinde, güneş tabiata tebesümlerini göndermeden evvel, serin bir hava hafiften yüzünüze bir buse kondururken, içinize çektiğiniz havayı bütün varlığınızla hisseder, ayrı bir mutluluğun vücudunuzu kapladığına bu mevsimin her sabahında defalarca şahid olursunuz.
Tabiatın bağrında size sunulan bu güzelliklerle güne başlarken, her şeyi hoş görürsünüz size bahşedilen bu güzellikler hatırına. Sanki ˝Bunca aheng içerisinde benim huzursuzluk çıkarmam da neyin nesi?˝ der gibi sağınızda solunuzda gördüğünüz olumsuzluklara bir tebessümle karşılık vererek, ‘’Bu da geçer ya hu.’’ deyip hoşgörürsünüz her şeyi. Ayrı bir sürurun ve huzurun bedeninizi kapladığını bütün benliğinizle hisseder, hep bu baharların olmasını dilersiniz yaratıcıdan. Her yer sizi bağrına basmak isterken, baharın hiç geçmemesini dilersiniz bu mutluluğun verdiği sevinç ve neşeyle.  Ne güzel günlermiş o günler derken bile çiçek çiçek bahar dökülür içinize.
Sabahları ayrı güzel olur memleketimin her tarafında, güneşin ilk ışıklarıyla birlikte, tabiattaki bu kıpırdanmaya çocuk sesleri de eşlik etmeye başladı mı, ayrı bir güzellik size merhaba der bu topraklarda. Sabahın erken saatlerinde evlerden çıkan çocuklar, tabiatın güzelliklerini yaşamanın verdiği mutluluk ve sürurla akşamlara kadar güler, oynarlar. Sanki bir harsetin rövanşını yakalamanın hazzıyla yeni başlayan güne merhaba derler. Yüzlerindeki sevinç, mutluluk ışıltıları zamanla güneşin esmerleştirdiği yanaklarında ayrı bir tebessümün rengini alıverir. Tabiatla bir alaka kurmanın, bir yakınlığın izi oluverir çizgi çizgi yüzlerinde. Oyunların, eğlenmenin sonu gelmez artık bu topraklarda. Nasıl geçer günler bilemezler baharın koynunda. Derken yaz ayrı bir tat katar hayatlarına. Güneşe, sıcağa mihriban olmamın verdiği ülfet, bu mevsimin de hiç geçmeyeceği düşücesini, gayri ihtiyari, kulaklarına fısıldayıverir tabiatın koynunda. Hiç geçmez sanırlar memleketimin çocukları yaz mevsimini. O günler gelirken yâdıma, çocukluğum bir bir geçer gözümün önünden, gözlerimin nemlendiğini hissederim. Nasıl koşardık, dağ bayır, yorulma bilmeden, akşam olmasa, hele annelerimizin ‘’Akşam oldu!’’ nidası duyulmasa hani eve döneceğimiz de yoktu dışarıdan.

 O zaman günlerimiz endişeden uzak, korkudan berî idi. Herşey ayrı bir güzeldi o günlerin ufuklarında. Düşünce sâfî, duygu dupduru, ahde vefa tam. En kötü düşmalık, kavga, bir ilkbahar yağmuru gibi gelip geçiverirdi hemen. Ömrümüzün baharını hatırlarken bunları da düşünemeden edemedim. Sanki hey gidi günler, diye hayıflanırken zamanın nice güzellikleri alıp götürdüğüne takıldı aklım. Gözümün önünden çocukluğum gelip geçiverdi bir sinama şeridi gibi. Geçmişime üzülürken, bu günlerin de elbet bir gün mazi olacak diye düşünmekten kendimi alamadım. Hafızamın derinliklerinden gelen düşünce seline elimde olmayarak kapılıp gittim. Hoyratça bir meydan okuyuşun hayal âlemimde şekillenmesine mani olamazken, yorulma nedir bilmediğimiz günleri hatırladıkça, o günleri geride bırakmanın elemi gözlerimi nemlendiriverdi.  Sanki ilkbahar bulutları gibi gözlerim yüklü yüklü olup dalıverdi eski hatıralarıma. Endişenin olmadığı, kaygının kol gezmediği, ümitsizliğin ne anlama geldiğini bilmediğimiz o zaman dilimine yolculuk ettim. Güneşin batışıyla birlikte. Hayal de olsa ne dersiniz bir kez daha ziyaret etmeye değmez mi o güzel günleri?

Azerbaycan'da Yaşamak

            
              Azerbaycan’da yaşamak bir sevdadır. Gönülleri cezbeden, gizli gizli kendisine bağlayan bir sevda... Pervaneyi ateşe medyun eden aşkın izleri vardır bu sevdada. Bu sevdanın mayası Fuzuli’nin mısralarında, tarın tellerinde terennüm bulur. Hüseyin Cavitlerin, Ahmet Cevatların, Bahtiyar Vahabzade’nin mısralarındaki kelimelerde gizlidir bu sevdanın izleri.  
            Azerbaycan’a kadem basan her Türkiyeliden duyabilirsiniz bu sevdanın hikâyesini. Birkaç seneliğine bu ülkeye gelen birçok Türkiyelinin on on iki yılını Azerbaycan’da tamamladığını sohbet aralarında tebessümle şahit olursunuz. Türk insanının bu güzel ülkeye kısa sürede gönül bağlanmasının sebepleri tarihin sayfalarında yatar.
            Aynı dili konuşan aynı dine müntesip olan tarihi bağlarla birbirine bağlanan iki ülke arasındaki ortak değerler Anadolu insanının kısa sürede Azerbaycan halkıyla kaynaşmasına vesile olur.
            Ağladığımız, güldüğümüz kareler aynı olunca sözü edilen muhabbetin de hâsıl olması kaçınılmaz oluyor. Azerbaycanlı özellikle de yaşlı insanlarla sohbete başlayıp söz iki kardeş ülkenin dostluğuna gelince tarihin farklı sayfalarında cereyan eden olayların bu muhabbete mayedarlık ettiği görülür.
            1918 yılında Azerbaycan’da birçok yerleşim yerini yerle bir eden, yuvaları tarumar eden, insanların kalbine köz düşüren düşmanlar ülke insanına acımasızca katletmeye başladıklarında Türkiye’den yardım eli kardeşlerine uzatılır. Türkiye burada yaşanan zulme bigane kalamaz, aslında 1918’lerde Türkiye’nin durumu da hiç iç açıcı değildir. Anadolu insanı Balkan savaşlarında, Trablusgarp Savaşında, Birinci Dünya Savaşında ve Çanakkale Savaşlarında gencecik fidanlarını yurduna kurban verir. Binlerce ailede hüzün vardır o tarihlerde. Cephelerden gelen şehit haberleri köz gibi düşer Anadolu insanının yüreğine. Anadolu’yu kavuran bu savaşlar Azerbaycan’a yardım elini uzatmasını engelleyemez bilakis Azerbaycan halkının halini Türk halkı daha iyi derk eder.
            Bir orduyla Azerbaycanlı kardeşlerinin imdat çığlıklarına ses verir Anadolu. Bu sesin yankılarının aynısını nitekim Türk insanı Çanakkale’de tarihin önünde yedi düvele karşı durduğunda Azerbaycan’dan gelen yardımda görür. Bugün Çanakkale’de şehit olan askerlerin anısına yapılan mezar taşlarına baktığınızda ²Mehmet Oğlu Mehmet Türkiye², ²Mehmet Oğlu Mehmet Azerbaycan² künyelerinin yan yana omuz omuza durmaları ziyaretçilere bir destanın, bir sevdanın geçmişini kulaklarına fısıldamaktadır.
            Çanakkale önlerinde Türk insanının, şairin, kimi yamyam kimi Hindu kimi bilmem ne bela diye nitelendirdiği yedi iklimin insana karşı ayağa kalktığında Azerbaycan’da aksi seda bulur bu başkaldırışın yankıları. O gün binlerce insan elinde avucunda olan tasarrufunu kardeşlerine gönderirler. Bakü’de insanlar Türkiye’ye yardım için seferber olur. Anadolu’yu yakan ateş Azerbaycanlı kardeşlerini de içine almıştır. O gün herkes yardım için zengin fakir yollara dökülür. Birikimlerini şehrin muhtelif yerlerinde yardım için seferber olan insanlara getirirler. O gün herkesin yüreği aynı heyecanla atar. Kardeşin darda kalmasının vermiş olduğu acının yankısıdır bu yürek dövüntüleri. Yardımlar toplanır o gün Bakü’de. Anadolu insanı için yardıma gelen bir dilenci herkesin dikkatini çeker. Aslında kendisi de yardıma muhtaçtır. Ama o kardeşlerinin ihtiyacını kendi ihtiyacından yüce tutar. O gün topladığı paraları Anadolu’ya gönderilmek üzere yetkililere verir. Herkesi duygulandırır dilencilerin yapmış olduğu bu fedakâr davranış. Kardeşliğin, muhabbetin bir numunesidir bu hasbi hareket. Sözü edilen tarihi olayda gizlidir insanların en değerli varlığın canını vermek için kilometrelerce uzakta gidip kardeşleri için can vermesi.
            Bahsedilen duygusal hareketleri kardeş ülkelerin sıkıntıya düştüğü her devirde görmek mümkündür. 1999 Marmara depremiyle sarsılan Türkiye’nin yanında olan Azerbaycan halkı, dost elini ülkemize uzatmıştır. Bu depremde birçok insanı olduğu gibi Vahabzade’yi de duygulandıran bir olay yaşanır.  Bahtiyar Vahazade’nin şahit olduğu, dostluğun ve kardeşliğin en güzel misalini gösteren hadise şöyledir: Türkiye’de deprem olduğunu duyan Azerbaycan halkı Türkiye’ye yardım için seferber olur. Ahmetli kasabasından gelen ihtiyar, eline tutuşturduğu on bin manatı, yaklaşık iki dolar, görevli şahsa uzatır, orada bulunan vazifeli, yaşlı vatandaşın durumundan kendisinin de yardıma muhtaç birisi olduğunu anlar ve:
-Bu parayı sen kendin için kullansan senin de ihtiyacın vardır, der.
 İhtiyar da:
-Benden önce orada, Türkiye’de kardeşlerim zor durumda,  az da olsa bu parayı onlara ulaştırın, cevabını verir.


            Buna benzer hadiselerin sayısını artırmak mümkündür. Velhasıl Türkiye insanını Azerbaycan’a; Azerbaycan halkını da Türkiye’ye bağlayan sır sözünü ettiğimiz fedakarane hadiselerin arkasında gizlidir. 

Azerbaycan'da Şehit Olan Türk Askerlerinin Hatırlattıkları




            Anadolu; kökleri toprağın derinliklerine kadar uzanmış, her bir kolu toprağın en ücra köşesine nüfuz etmiş; dalları, dünyanın dört bir tarafına kökünden aldığı kuvvet ve bereketle serpilmiş dev bir çınar ağacı gibidir. Bu ağacın dallarından sağa sola cömertçe serpilen tohumlar, yeri ve zamanı geldiğinde, tıpkı, baharların muştusu kardelenler gibi ter ü taze başlangıçların müjdesini verirler. Dünyada, bu bereketli topraklardan serpilen çınardan nasibini almayan çok az yer vardır. Afrika’dan Avrupa içlerine, Avrupa’dan Balkanlara, Balkanlardan Kafkaslara, Kafkaslardan da Kore’ye Endonezya’ya kadar, dünyanın en ücra köşelerinde, Anadolu’dan çıkıp bu diyarlarda destan yazan binlerce isimsiz kahramanın izini görürsünüz.
            Azerbaycan da bu yönüyle Anadolu’nun bağrından kopup gelen binlerce yiğidi topraklarında ağırlarlayan münbit bir mekândır. Binlerce Türk askerinin medfun bulunduğu bu topraklarda, onlar aziz bir misafir olarak muamele görür senelerdir. Uzun yıllar Anadolu’nun temsilcisi gibi, sessiz halleriyle soydaşlarının topraklarında huzur içerisinde yatan bu yiğitler, sınırların kapatıldığı bir devirde, Azerbaycan’da, Anadolu’nun gönüllü elçiliğini boyunlarına alırlar fahri olarak. Sözünü ettiğimiz dönemde bihakkın vazifesini eda eden, Azerbaycan’ın farklı yerlerinde yükselen şehadet nişanesi bu kabirler, Anadolu ve Azerbaycan arasına set çekilmeye çalışıldığı bir vakitte, Anadolu’yu yâddan çıkartmak isteyenlere inat, "Biz burayız." diye haykırırlar sessiz çığlıklarıyla. Onlar bu halleriyle bile ülkemizin sesi sedası olurlar her dönemde. Hiçbir zaman Anadolu’nun yâdlardan sökülüp atılmasına izin vermezler.
            Azerbaycan’ın ıssız topraklarında ansızın karşınıza çıkan bu kabirler, sessiz ve mahsun halleriyle, sanki "Nerede kaldınız." der gibi size kuçak açarlar. Bu coğrafyaya yıllar önce gelip canlarıyla bir devre damgasını vuran bu kutlu insanlar, ziyaretçilere kılavuzluk eder, bu diyarın her bir köşesinde. Kendi ülkelerindeymiş gibi, huzur içerisinde mahşere dek uykuya dalmış halleriyle, size içten bir selam sunar mahsun bir eda ile.
            Azerbaycan’ın içlerine doğru yol almaya başladığınızda etrafı taşla çevrilmiş, üzerine Türk bayrağı asılmış birçok mekân, içinizden gayriihtiyarî birşeyler alıp görürüverir. Onlarca isimsiz kahraman, bu topraklarda yolculuk yaparken, kurduğunuz hayallerin arasına birden dalıverir. Hüzünlü ve bir o kadar da tatlı bir hayal, Azerbaycan’ın içlerinde kıvrım kıvrım dolanan yollarda, sizi içten içe sardıkça, kendinizi daha huzurlu daha tatlı bir âlemin eşiğinde buluverirsiniz. Bu duygular eşliğinde yol alırken, içinizdeki çoşan duygular, iç geçirmeler şeklinde tezahür eder dışarıya.  Sizi derinden saran tatlı bir hayal mutlu etmeye yeter de artar bile bu topraklarda.  Yol boyunca size eşlik eden isimsiz mezarlar, ıssız yollarda kulağınıza, "Korkma senin böyle bir geçmişin var." der gibi sırtınızı sıvazlayan bir pirifâni olup çıkıverir hülyalarınızda. Yolların kat edildiği hengâmede hisleriniz sizi alıp da uzaklara götürürken, şanlı bir mazinin sayfalarında gezersiniz. Anadolu’da hayranlıkla anlatılan, dinlediğinizde göğsünüzü kabartan ecdadımızın kahramanlık hikâyeleri, bu manzarayla birlikte bir bir zihninizde canlanırken, bu defa bir dönemde hayallerimizi süsleyen kahramanlar, adeta, bu kabirlerle mücessem bir hal alıverir.
            Bu duygular eşliğinde içinizde sizi farklı âlemlere alıp götüren duygular çoşar. Etrafınızdan gelip geçen araçları bile fark edemezsiniz. Bir an olsun dalmış olduğunuz bu güzel hayaliniz kesilse, içinizden bir ses, ısrarla, biraz önce zihninizi tatlı bir name gibi kaplayan ecdat hatırası hülyalara davet eder.  Aklınıza Anadolu’nun bilmem hangi köyünden, anne babasından, nişanlısından ayrılan, bir kez helalleşip ayrıldıktan sonra da bir daha yıllarca kendisinden haber alınamayan bu yiğitler, size farklı duygular tattırırken, Anadolu’da yakılan yemen türkülerinin, acıklı gurbet havalarının, hangi halet-i ruhiye ile söylendiğini bir daha derinden derk edersiniz. Bu kabirler bir bir gözünüzün önünden geçtikçe. Acıklı Anadolu türkülerindeki "Burası muştur yolu yokuştur, giden gelmiyor acep ne iştir?" mısralarının bu manzara karşısında hangi duygu ve düşüncenin bağrı yanık insanlara söylettiğini bir kez daha düşünmeye başlarsınız. İsimsiz bu kabirlerle, yıllardır dinleyip de bizi kederlere gark eden bu sözler, en derin anlamını kazanıverir.
            Bu taployla birlikte türkülerdeki hasret kokan, gurbet esintileriyle örülü mısralar zihninizde şekillenirken, Anadolu türkülerindeki acıklı ayrılık hikeyeleri içinizi bir kez daha derinden burkuverir. Yaralı bir yürekten süzülüp gelen bu dizeler, Azerbaycan içlerinde sessiz sedasız kabirlerle daha bir anlam kazanıverir. Bunca yıl geçmesine rağmen söylendiği günkü gibi yanık oluşu, hüzünlü bir gurbet hatırasının izlerini taşıyor olması, sizi kederlendirmeye yeter de artar bile. Kulağınıza ötelerden birşeyler fısıldayan bu mezarlar sizi alıp farklı âlemlere götürürken sizi içten içe saran hülyalarla birlikte gayriihtiyarî kederleniverirsiniz. Binlerce insan, binlerce anne baba, binlerce yakın düşünüldüğünde onca insanın bu kederden nasibini kana kana aldığı gelir aklınıza. Anadoludaki ayrılık hikâyelerini konu alan, yaralı bir yürekten sızıp gelen, mısralarında ilmek ilmek hasret örülü, ayrılığın izlerini taşıyan ağıtların yakılması en derin anlamını kazanır bu düşüncelerden sonra. Elinden hiçbir şey gelmeyen kaderine razı olan bu insanların içlerindeki dayanılmaz acıyı bu defa türkülerin namelerine, yakılan ağıtların mısralarına yükleyip teselli oldukları aklınıza gelir. Böylece acılarını, bir nebze de olsa, bu şekilde hafifletmeye çalıştıklarını düşünmeye başlarsınız.
            Bu kabirlere yaklaşıp baktığınızda mezar olduğu işaret eden taşlardan ve Türk bayrağından başka bir şey göremezsiniz. Bu şehidin ne ismi vardır, ne de soyadı. Bu haliyle, adeta, "Ey Azerbaycanlı kardeşlerim! Sizin için geldim, canım pahasına da olsa sizin canınıza kasdedenlere verilmesi gereken dersi vermek için buradayım." derken bütün bunları hiçbir beklenti içerisine girmeden yaptıklarını, mahsun ve sade halleriyle kulağınıza fısıldayıverir. Başuçlarında isimleri bile olmayan Anadolu’nun, belki, adını bile duymadığınız bir köyünden çıkıp gelen hasbi insanların yaptıkları karşısında kendi halimden utanarak kabirlerin yanından uzaklaşırken, diyergam şehitlerimizin kulaklarımıza fısıldadığı bu hakikat karşısında bir kez daha saygıyla eğiliyor, onlara olan hayramlığım, Azerbaycan’ın içlerine doğru kıvrılan bu yollarda daha da ziyadeleşiyor. Haberleşme imkânının geliştiği bir devirde, bin defa arkamıza bakarak çıktığımız gurbet yolculukları aklıma geldiğinde ismini bile bilemediğim; ama bir amaç uğruna yurdunu yuvasını, her şeyini, bir çırpıda, bir daha görmemek üzere geride bırakan bu şehitlere hayranlığım artarken, onlara olan muhabbetim uzayan yollar ayrı bir boyut kazanıveriyor.
            Şehitlerimizi rahmetle anarken bu insanları harekete geçiren düşünceye takılır bu defa da hayallerim. Bu isimsiz kahramanları Azerbaycan’a getiren sebepler aklıma gelirken, yol kenarındaki isimsiz abideler bu defa da bir milletin soykırım arefesinde yaşadıklarını bir kez daha düşündürür.
            1918’li yıllara gelindiğinde, koca bir imparatorluk son nefeslerini vermeye başlar. Cepheden cepheye koşan devlet-i âli, amansız düşmanlarının yakaladığı fırsatların cenderesinden kurtulma hamleleriyle yeniden ayağa kalkmaya çalıştığı bir dönemde, girdiği; Trablusgarp Savaşları, Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı bunların üzerine bir de Çanakkale Savaşlarıyla, adeta, dalları kırılan büyük bir çınarı andırır. Yüz binlerce şehit verir Anadolu bu muharebelerde. Birçok aile son neferini gönderir vatan için. Hani şaire, "Allahım bu ordu son ordudur." dedirten mesele bu defa aynı şeyi bağrı yanık şefkat abidesi annelere söyletir. Bilecek istasyonunda bir anne son evladını cepheye yollarken oğluna: ˝Hüseyin… Dayın Şıbka’da, baban Dömeke’de ağaların da sekiz ay evvel Çanakkale’de yatıyorlar. Bak son yongam sensin! Minareden ezan sesi kesilecekse, camilerin kandilleri körlenecekse, sütlerim sana haram olsun, öl de dönme. Yolun Şıbka’ya uğrarsa dayının ruhuna Fatiha okumayı unutma! Haydi oğul, Allah yolunu açık etsin.˝ der. Çok az asker ve silahla dev orduları dize getiren, bir milletin arkasında yatan dinamiklerin kaynağını gösteren tarihi sözler, düşmanların tamamen yok olduğuna, bittiğine, hükmettikleri bir anda, yeniden şaha kalkan bir milletin nereden beslendiğini gösteren sırlı sözlerdir.
            Dev çınarın dallarının kırıldığı, tekrar yenibaharlara merhaba demek için kolundan kanadından tutunmuş sülük misali düşmanları atmaya çalıştığı bir dönemde, doğuda, kardeş cumhuriyet Azerbaycan’da, insanlar da, bir soykırımın kıskacında kalır. Sanki "Fırsat bu fırsattır." der gibi 1918’li yıllarda Ermeni ve Rus orduları Azerbaycan’ın her köşesinde, hunharca, insanları şehit etmeye başlarlar. Binlerce masum, silahsız insan, Ermeni ve Rus askerlerinin eliyle canlarından olur. Bakü’de, Karabağ’da, Şamahı’da, Göyçay’da,  Kürdemir’de.... Onlarca yerleşim yeri yerle bir edilir, binlerce insan çoluk çocuk demeden şehit edilir. Çarlık Rusyası’nın hüküm sürdüğü bir dönemde askere alınmayan askerlik eğitiminden mahrum bırakılan binlerce insan, silah yüzü görmediğinden, Ermeni ve Rus askerleri karşısında bir varlık göstermeleri mümkün olmaz. Binlerce suçsuz günahsız insan vahşice şehit edilir. Sadece Bakü’de ölenlerin sayısının bu tarihte on bini geçtiği göz önüne bulundurulduğunda bu vahşetin boyutunu derk etmek mümkün olur kanaatindeyiz. Dört tarafı kuşatılan Bakü’de yapılan işkenceler dayanılmaz bir hal almıştır. Binlerce insan idam sehpasına yaklaşan bir mahkûm durumuna düşürülmüş, Ermeni ve Rusların işkenceleri altında inleyen insanların çığlıkları semayı kaplamıştır. Ölümün pençesinden kurtulmak isteyen binlerce Bakü’lü şehri terk eder, kalanlar da düşmanların her an kendilerini öldürecekleri korkusuyla hayatlarını devam ettirmek zorunda kalırlar.
            O dönemde Azerbaycan’ın tek ümidi Anadolu’dur. Anadolu’ya Ermeni ve Rusların yapmış oldukları vahşeti bildiren elçiler gelir. Anadolu, Azerbaycan’ın zor gününde buradaki kardeşlerini yalnız bırakamaz. Enver Paşa, kardeşi Nuri Paşa’yı Azerbaycan’a yardıma gönderir. Nuri Paşa Gence’ye geldiğinde halk yollara dökülür. Anadolu’dan yardıma gelen kardeşlerini bağrına basarlar. Onlarca kurban kesilir. Gence’de o gün bayram havası eser. Binlerce insan, Nuri Paşa komutasında gelen orduya sevgi gösterisinde bulunur. Nuri Paşa, Gence’de durum değerlendirmesi yaptıktan sonra bu şehirde çalışmalarına başlar. Azerbaycan’lı ve Türkiye’li askerlerden oluşan Kafkas İslam Ordusu kısa sürede bütün hazırlıklarını tamamlar.
             Ermeni ve Rusların işgal ettikleri yerleri teker teker işgalcilerin elinden alır. En son binlerce insanın şehit edildiği Bakü’ye sıra gelmiştir. Ermeni ve Ruslardan oluşan ordu şehrin dört tarafını kuşatmıştır. Türk ordusunun şehre girmesini engellemeye çalışır. Ordunun ilk hücumundan istenilen sonuç elde edilemez. Geri çekilen Türk ordusu halkın ümitsziliğie düşmesine sebep olur. Yeniden hazırlıklarını tamamlayan ordu ikinci hücumunda Ermeni ve Rus birliklerini bozguna uğratır. Türk birliklerinin karşısında tutunamayan Ermeni ve Rus askerleri şehri terk etmek zorunda kalır. Bakü’nün kurtuluşu kurban bayramına denk gelmiştir. Bu güzel günde halk iki bayramı birlikte kutlar.
            Azerbaycan istiklaline kavuşurken bu topraklarda gerek Azerbaycan’lı gerek Anadolu’lu binlerce insan şehit verilir. Türk askerleri, kanları pahasına, Ermeni ve Rus askerlerini dize getirirler. Bugün o dönemde yapılan savaşlarda şehit düşen binlerce insan, huzur içerisinde, Azerbaycan topraklarında uyumaktalar. Canlarıyla bir dönemde uygulanmak istenen menfur düşüncenin önüne set çeken fedakâr askerler, yıllardır Azerbaycan’da kahraman olarak muamele görürler.
            Sözünü ettiğimiz kahramanlar onlarca yıl sonra bu ülkenin ücra bir köşesinde bir mezar olarak karşımıza çıkarken, ismini bile bilmediğimiz birçok meçhul kahraman, o diyarda sadece Türk mezarı olarak anılır nesiller boyunca. Bulunduğu mekânlarda insanların gönüllerinde taht kurarlar bu sessiz halleriyle. Yıllardır bu topraklarda Türk isminin yasaklandığı, kimliklerdeki Türk kelimesinin çıkarıldığı bir dönemde bulundukları mekânların isimlerini Türk mezarı olarak korurlar. Yıllar sonra, bir dönemin nişanesi kabirlere saldırılar başlar Ermeniler tarafından. 1918’lerde Azerbaycan’da dünyayı kendilerine dar eden Mehmetçiğin kabirleri de uykuların kaçıran bir abide olarak karşılarında durur. Bu abidelerden rahatsızlarını söküp kaldırmak suretiyle kurtulmak isterler; fakat Azerbaycan halkı bu aziz misafirlerine olan vefa borcunu canları pahasına olsa da korur, kabirleri muhafaza eder. Bu mezarlar bir dönemde kutsi bir mekân olarak addedilir, çocuğu olmayan çiftlerin gelip adakta bulunduğu bir mekân olup çıkar.  
            Bu dönemde Azerbaycan’a gelip tekrar yurduna dönmeyen bazı gaziler, bu toprakları kendi yurdu olarak gördüklerinden, Azerbaycan’a yerleşirler. Soydaşlarının bulunduğu topraklarda hayatlarını devam ettirirler. Azerbaycan’da Bolşevik ihtilal gerçekleştikten sonra Anadolu’ya dönmeyen birçok asker bu topraklarda takip edilir. İdare, onları ortadan kaldırmak için harekete geçer, onlarca insan Sovyetler döneminde hayatından olur.
            Sözünü ettiğimiz dönemde Türkiye namına ne varsa söküp atmak düşüncesinde olan zihniyet, Türklerin Azerbaycan topraklarında kalmasına göz yummaz. Onlarca Türk askeri sözü edilen dönemde idare tarafından tespit edilir, birer birer fişlenerek kurşuna dizilir. Azerbaycan’ın farklı bölgelerinde birçok gazinin akıbeti bu şekilde olur.
            Savaş döneminde göstermiş oldukları fedakârlıkla destan yazan bu kaharamanlar sulh döneminde de bölgedeki insanların gönüllerinde taht kurar. Bolşevik ihtilalin gerçekleşmesiyle canları bahasına Azerbaycan’daki kardeşlerinin imdadına ses veren bu yiğitler, teker teker ortadan kaldırılır.  Bunlardan birisi de Şeki Göynük köyüne yerleşen ve bu köyde Türk Şehabettin olarak şöhret bulan bir askerimizdir. 1930’lu yıllarda idarenin gazabına uğrayan bu insanımız, savaş sonrasında şehitler ordusuna katılır. Bu askerimiz, her dem ayrı güzellik sergileyen bir çiçek misali, savaş zamanında gösterdiği kahramanlığı bu defa Bolşevik ordusunun eline düştüğü günde de gösterir. Göynük köyünde Azerbaycan’lı bir vatandaş olarak hayatını sürdüren Şehabettin, burada aile kurar, kendisinden farklı olmayan insanlar arasında bir ferd olup çıkar. Halk ona saygı duyar, onun göstermiş olduğu fedakârlığı hiçbir zaman unutmayacaklarını kendisine göstermiş oldukları saygıyla izhar ederler. Halkın takdirini kazanan Türk askeri sistemin gazabından kurtulamaz.
            Bolşevik ihtilalinin gerçekleştiği dönemde yapılan icraatlara karşı çıkan binlerce Şeki’li isyan eder. Yıllarca Şekililer, Rus askerleriyle savaşır. Mallarına, canlarına manevi değerlerine karşı yapılan hakaretlere göz yumamazlar. O dönemde binlerce insan şehit verilir. İsyanlara karşı sert tedbir alan idare, halka, icraatlarıyla ellerine geçen her fırsatta sisteme karşı çıkanlara verebileceği en ağır sindirme politikalarını yürürlüğe kor. Halkın bir daha ayaklanmasını böylece engellemeye çalışır.
             Sıra bu güzel beldeye yerleşen askerlerimize gelmiştir. Aynı düşünceye istinaden, bu askerlerimizi de, halkın gözünü korkutmak amacıyla, insanların gözleri önünde, çoluk çocuk demeden öldürmeye karar verirler. O dönemde henüz çocuk yaşlarında olan Göynük köyünden Abdullayeva Şahbaz Umar Kızı olanları korku dolu gözlerle izler. O gün gördükleri kendisini derinden etkilemiş olmalı ki bu hadise olalı bunca yıl geçmesine rağmen gördüklerini aynı heyecanla anlatır. Onun anlattığına göre, köyün bir meydanına toplanan onlarca insanın arasından Türk askeri derdest edilmiş şekilde meydana getirilir. Onlarca insan bu taplo karşısında birşey yapamamanın ezikliği ve çaresizliği içerisinde olanları boynu bükük izler. Birçok insanın hıçkırıkları boğazında düğümlenip kalırken, sistemin kendilerine zararı dokunacağını bildiklerinden birşey yapamamanın üzüntüsüyle gözyaşlarını içlerine akıtırlar. Savaş meydanlarında bileğini bükemedikleri askerin, sınırların kapatılıp birkaç nefer olarak bu topraklarda yaşamaya başladıkları bir dönemde sanki ˝İşte elimize fırsat geçti.˝ der gibi, eli kolu bağlı bir şekilde, insanların gözleri önünde meydana getirilmesi birçok Göynük köyü sakininin yüreğini burkar. Ellerinden birşey gelememenin vermiş olduğu ıstırabı Göynüklüler, ebediyen unutmamak üzere kalplerine gömerler. Suçu bir kez daha vurgulu bir şekilde hazır bulunan köy hakına okunduktan sonra son sahnenin hayata konulmasına gelmiştir sıra. Askerlerimiz elleri bağlı; başı dimdik şekilde Anadolu’dan binlerce kilometre uzaklıkta bir yerde, kardeşlerinin bakışları arasında meydandaki yerini alır. Görevli asker son vazifesini yapacaktır. Artık ölüme ramak kalmıştır. Birkaç dakika sonra askerimiz kendinden önce bu ülkede toprağa düşen şehit ordusuna katılacaktır. Hilkatın sesinin sedasının kesildiği anlardır. Onlarca insan çaresizlik içerisinde nefeslerini tutar, olanları mahsun bir şekilde izler. İnsanların merhametli bakışları arasında yerini alan askerlerimiz artık son kez orada bulunanlara bakmanın vermiş olduğu ıstırabla sükûnet içerisinde gelişmeleri izler. Meydandaki yerini alan askerlerimize, görevli şahıs, arkasını dönmesi ister, yüzüne karşı ateş etmek istemez. Şehabettin Abdulkadiroğlu en savunmasız olduğu anda bile bir Türk askerine yakışır tarzda görevliye cevap verir. O saate kadar hal diliyle Azerbaycan’lı kardeşlerinin gönlünde taht kuran bu yiğit asker, bu defa Göynük köyünün semalarında yankılanan, bir Türk askerine yakışır şu sözlerle bu insanların takdirlerini pekiştirir: "Bir Türk askeri kurşuna karşı arkasını asla dönmez! Vuracaksan, bu şekilde vur! Yüzüme karşı ateş et!"
            Askerin bu şekilde bir cevap vereceğini beklemeyen görevliler şaşırır. Bu sözlerle birlikte meydanda büyük bir sessizik olur. Bu cevap karşısında irkilen görevli kendisine verilen görevi yerine getirir. Bu mertlik emaresi sözler askerimizin dünyada söylediği son sözler olur.
            Türk askerinin tarihe geçen bu sözleri Göynük köyünde, Şeki’de yıllarca nesilden nesile anlatılagelir. Göynük köyü sakinlerinin şahit olduğu bu ibret-âmiz olay, nesilden nesile aktarılagelir. On yedi kişinin infaz edildiği yerde bir kuyu kazılmıştır, askerlerin tamamı bu kuyuya defnedilecektir. Bu olaydan sonra görevli memur, Şehabettin Abdulkadiroğlu için ayrı bir mezar kazılmasını emreder. Şeki Göynük köyünde tek kişi için açılan mezara bu askerimiz defnedilir.
            Herkesin gönlünde taht kuran Türk askerinin söylediği hamaset dolu sözler, yıllarca, uzun kış gecelerinde, Azerbaycan insanının sohbetlerini taçlandıran doyumsuz bir hikâye olup çıkar. Türklere olan muhabbetin saygının, bir numunesi olan bu ibretli hadise, bu coğrafyada Türk insanına olan sevginin kaynağını gösteren örneklerden sadece birisidir.
            Savaş zamanında göstermiş oldukları kahramanlıklarla birçok insanın takdirini kazanırken savaş sonrası da ülkemizi en güzel şekilde temsil eden kahraman insanlar, ölüm anından bugüne kadar da bu icraatlarını sürdürürler. Her haliyle bu güzel beldede ülkemizi en güzel şekilde temsil ederler. Hiçbir güç onları bu faaliyelerinden alıkoyamaz. Mahsun halleriyle bile dostarına ümit, düşmanlarına korku salmaya devam eden bu kabirler, adeta, Azerbaycan insanına "Korkma senin üzüntünle dertlenen, kederli gününde arkanda olan dostların var." derken, düşmanlara da "Siz ne kadar uğraşsanız da kanı canı bir tarihi bağlarla birbirine bağlı bu milleti hiçbir güç ayıramaz, bunu yapmaya yeltenenlere verilmesi gereken dersi her zaman bu insanlar vermeye hazırdır." şeklinde olur. Sessiz kabirlerin hal diliyle söylediklerini Azerbaycan halkı anlamış olmalıdır ki, bir dönemde bu kabirlere sahip çıktıkları için canından olan insanlar bile olmuş. Bu mekânlar bir kutsal yer olarak addedilmiş, insanların önemli günlerde ziyaret ettikleri bir kutsi mekân halini almıştır.
             Bu duyguları yaşamamızı vesile olan bir grup arkadaşla yapmış olduğumuz macera dolu ve ibret-âmiz bir Şeki yolcuğunda yol kenarlarındaki şehit mezarlarımız uzun süre zihnimizden çıkmayacak iz bıraktı. Bu vesileyle dünyanın farklı coğrafyalarında uyuyan, yakınlarıyla mahşerde vuslatlarını bekleyen şehitlerimizi rahmetle anıyor, onlara Allah’tan mağfiret diliyorum.



Savestki Sokakları



İlkbaharın, Bakü’ye merhaba dediği ilk günlerdi. Güneşin ilk ışıkları, bu güzel bahar sabahında hoş bir misafir gibi pencereye vurmaya başladığı demlerde, odada tatlı bir sıcaklık bütün bedenimizi sarmaya başladı. Yeryüzünü aydınlatan ilk şualarla birlikte, bu bahar sabahında bahçedeki kuşların cıvıltıları da sabahın erken saatinde üzerimizdeki mahmurluğu çabucak atmamızı kolaylaştırırken, ocağın üzerindeki çaydanlıktan çıkan buharlar, tatlı bir musiki namesi gibi mutfağa yayılıyordu. Çaydanlıktan üfül üfül havaya karışan buhar, sabahın ilk saatlerinde içimizi ısıtırken, kahvaltı hazırlıklarıyla başlayan yeni günde bizi tatlı bir telaş sarıverdi.
            Rüzgârların dövdüğü, küleklerin şehri Bakü’ye, ilkbaharın kadem bastığı, kıştan kalan soğuk günlerin pılını pırtısını toplayıp gitmeye hazırlandığı bu güzel günde, güneşin, insanın içine huzur veren ışıkları yeryüzünü cömertçe kaplarken, bahçede, bir anne nefesinin yumuşaklığında ve sıcaklığındaki rüzgârın, yüzümüze buseler kondurması baharın geldiğini tasdik ediyordu.
            Bu güzel bahar sabahında, goncaların her an açmak için hazır vaziyetleri, tomurcukların patlamaya ramak kalmış halleri, topraktan buhar buhar yağmur katrelerinin göğe yükselmesi, bahçedeki çiçeklerin bir derviş mahcubiyetinde boynunu büküp güneşe doğru yönelmeleri, güllerin taze açılmış yaprakları üzerindeki şebnemler bahara ayrı bir güzellik katıyordu.
            Kıştan kalan soğuk ve rüzgârlı hava yerini, güneşli ve ılık bir havaya bırakırken, yeni mevsime alışmamız daha kolay oluyor rüzgârların şehri Bakü’de.  Bu güzel bahar sabahında yeni bir güne başlamanın verdiği sürurla hazırlıklara başlıyorum. 
            Evdeki hazırlıklarımızı tamamladıktan sonra Bakü’nün eski sokakalarından üniversiteye doğru yol almaya başlıyorum. Sokakların canlandığı, birçok insanın işine yetişmek için sağa sola koşuştuğu sabahın erken saatlerinde, Bakü’de, adeta hayat yeniden başlıyor, dünya yeniden kuruluyor gibi bir hava hâkim. Bu manzaralar eşliğinde üniversiteye daha çabuk ulaşmak için sabahın erken saatlerinde ara sokaklara dalıyorum.
            Eski evler arasındaki yürüyüşümüz bize tatlı bir nostalji yaşatırken birçok insanın bu evlerden hayata veda ettiği gayriihtiyari beynimde zonklamaya başlıyor. Bunları düşünürken evlerin, yılların yorgunluğunu üzerinde taşıyan yaşlı bir insan misali duruşları dikkatten kaçmıyor. Özellikle, eski binaların yıkılmaya ramak kalmış halleri, ara sokaklardan geçen benim gibi birçok insanı endişeye sevk edebileceğini elimde olmadan düşünmeye başlıyorum. Dar sokaklarda yol alırken her kıvrımın sonunda yarı yıkılmış duvarların, rükûa eğilmiş çatılarının, insanı korkutmaya çalışan yaramaz çocukların duvar arkasından ²peh² der gibi duruşundan kendime hemen çeki düzen verme lüzumunu hissediyorum.
            Bu sokakların arasındaki inişli çıkışlı, patikaya benzeyen yollarda yürürken bir anda kendimi memleketimde hissediyorum. Evlerin eski oluşu, duvarlarından toprakların her an dökülmek üzere inişe geçmiş halleri, bana, memleketimi hatırlatırken, acaba diyorum, bu binalar dile gelse yüzyıllardır neler gördüğünü anlatmaya başlasa, kim bilir nice mutlu sonları, nice dramatik hadiseleri hikâye ederdi diye düşünmekte kendimi alamıyorum. Konuşup dile gelseler, eminim, yüzyıllardır bu coğrafyada gerçekleşen olayları heyecanla bize aktarırdı demekten kendimi alamazken, sokak aralarında evlerin durumuna göre şekil almış dar yollarda yürüyüşüm devam ediyor. Güneş ışınlarının her tarafı altın sarısı bir renge boyadığı bu saatlerinde evler arasında ilerlerken zihnimde düşünceler de daldan dala konan bir kuş misali oradan oraya atlıyor.
            Yürümekten zevk aldığımdan olsa gerek, yolun uzunluğunu bile fark edemiyorum. Bundan olacak ki, her bahar sabahında, uzun da olsa, yirmi yirmi beş dakikalık yolu katetmek bana zor gelmiyordu. Hem yürüyor hem de o günkü anlatacağım dersleri zihnimde tekrar ediyordum. Böylece sabah sporunu yaparken anlatacağım konulara da baharın bu güzel vaktinde son şeklini alıyordu.
            Gözümün önüne memleketimin baharları bir bir gelirken gayriihtiyarî iç geçirmeler de peşi sıra birbirini takip ediyor bu güzel bahar sabahında. ²Gurbette ne kadar ağır olurmuş memleketimin baharlarından uzak olmak.² diye hayıflanmaktan kendimi alamıyorum. Azerbaycan’da, insanların bize çok yakın olması bu diyarda omuzlarımızdaki gurbetin ağırlığını, bir nebze hafifletse de, ilkbaharın bu topraklara kadem bastığı bu demlerde, memleketi düşünmemek, memleket hatıralarını yâd etmemek ne mümkün.
            Bütün bunlara rağmen kanı bir, dili bir, dini bir Azerbaycan’lı kardeşlerimizin olduğu bir yerde hizmet etmek, buradaki insanlarla ortak değerlerimizi tekrar paylaşmak ne güzel diye düşünüyor, kardeşliğin dostluğun iyi günde kötü günde beraber olmanın gerektiği beynimde fevaran ederken rahatlayıveriyorum. Yoksa bize ders kitaplarında yıllardır, okutulan "Orada bir köy var uzakta gitmesek de gelmesek de o köy bizim köyümüzdür." dizelerinde olduğu gibi bir dostluk anlayışının satırlarda kaldığı, icraata dökülmediği bir anlayışla nereye varılabilirdi, düşüncesi omuzumuzdaki gurbetin yükünü hafifletmeye yetiyor da artıyor bile bu bahar sabahında.
            Bunları düşünürken baharın hafiften içimizi ısıtmaya başladığı şu günlerde duygu ve düşüncelerimiz de mevsimin güzelliğine göre şekillenmeye başlıyor. Bu güzel bahar gününde tabiatın uyanmaya başladığı, dışarısının insanları cezbettiği demlerde, bu mevsimin verdiği sürurla birlikte hayallerimiz de zenginleşmeye başlıyor. Önümüzdeki uzun bir dönem için zihnimde planlar yapmaya başlıyorum. Bir taraftan derslerimi verirken diğer taraftan da o yıl yapacağım çalışmaları sıralıyorum hayalimde. Her ne kadar hayal âleminde bu çalışmaları bir bir sıralasam da gerçek âlemde tabii ki bunların vücut bulması o kadar kolay olmayacak.       Hayalimden o yıl gireceğim kpds sınavı için hazırlık yapıyorum. Bu imtihana girdikten sonra doktora sınavlarına rahat girebileceğim aklıma geliyor. Bu sorunu o kadar kolay hallediyorum ki zihnimde, hayalimde çözdüğüm bu problem beni rahatlatıveriyor.
            Bu durumdan memnun olmalıyım ki, hayallerimin önüne geçemiyor devam ediyorum. Önümüzdeki yıl doktora derslerini alıyor, yeterlilik sınavını da bir çırpıda verip teze bile başlıyorum. Tez de kolayca bitiveriyor tabii ki bu süratle. Nasıl olsa bu düşüncelerimin önüne geçen hiçbir engel yok. Önüme gelen bütün engelleri bir bir aşıyorum hayal âleminde.
            Tabii ki bunlarla kalmıyor muhayyilemdeki meseleler, yol uzun kimsenin de mani olmadığına göre… Tezi bitirmişim bile. Bu defa da hazırlamayı düşündüğüm kitaplar bir bir gözümün önüne geliyor, onları da tamamlıyorum aynı aşk ve şevkle. Kitapların hazırlanması da bir çırpıda zihnimde gerçekleşiveriyor.
            Hayal bu ya, gerçekleşmese de, kurmamızda bir beis olmadığına göre devam ediyorum. Memleketim aklıma geliyor bu defa. Yazın evime döndüğümde annem ve babamla ilk karşılaştığımız sahneyi kurgulayınca, mutluluğum, adeta sihirli bir değnekle ziyadeleşiveriyor.      
            Bu hayallerle yol almaya devam ederken uzun bir sokak arasından sonra bir meydana çıkıyor yolumun sonu. Bir kuş misali daldan dala konan hayallerim dur durak bilmiyor. Bunları düşünürken sabahın erken saatlerinde bir evin önünde toplanmış bulunan insanlara gözüm ilişiyor. Sabahın ilk saatlerinde bu kalabalığın sebebi nedir diye düşünmeye başladığım sırada, insanların arasında siyah örtülü bir tabutun olduğunu farketmem geçikmiyor. Tabuta, kalabalığa yaklaşınca bir anda ayaklarım yere basıyor adeta. İnsanların yüzlerinde ölümün gerçek yüzünü aksettiren ifadeler hemen fark ediliyor. Baharın ilk günlerinde son yolculuğa hazırlanan ismini bile bilmediğim; ama bu haliyle ciltlerce kitabın bile anlatamayacağı bir hakikati çok kısa bir sürede kulağımıza fısıldayan merhume, bizi tekrar gerçek âleme davet ediyor. Bu manzarayla birlikte, adeta, ayaklarım yere basıyor.   
            Bunca insanın bir araya toplanıp fani âlemden baki âleme yolculuk için hazır bulunmaları içimde fırtınaların kopmasına yetiyor haliyle. Bu manzara karşısında adeta kendime gelirken bir kez daha hayatın gerçekleriyle yüzleşmenin verdiği duygularla yoluma devam ediyorum.
            Siyah örtülü tabut zihnimde bıraktığı tesirle, biraz önceki hayallerime koskoca bir virgül korken, bu hülyaları neş vü nema bulacağı başka baharlara saklıyorum elimde olmayarak. İster istemez aklıma ebediyete yolcu edilen, ismini bilmediğim bir fâninin durumu kulağıma "Bu âlemde hoş bir seda bırakabilirsen ne mutlu." diye fısıldayıveriyor.  O gün akşama kadar kalbimdeki burukluğun yüzüme yansımış halini benimle konuşanların yüzlerine yansıyan ifadelerde seziyor, içimdeki farklı düşüncelerin karşılaşmasının vermiş olduğu hisle akşama kadar etrafımdaki her şeye fani gözüyle bakmaya başlıyorum. Ağzımın tadını kaçıran hayatın gerçeği ölüm, beni, o gün farklı bir âleme alıp götürürken binlerce sultanın padişahın herşeyini geride bırakıp gitmesini aklıma getiriyor.
            Hayallerimi sekteye uğratan bu olayla birlikte kendime gelirken, kulaklarımda dünyanın geçici olduğu, bir gölgelik misali terkedileceği sözleri geliyor. Kendime çeki düzen verme lüzumunu hissediyorum.



Derbent Narin Kal'a


Harıbülbül: Karabağ'da Yetişen Üzerinde Bülbülün Silüeti Bulunan Bir Çiçek


Şehidler Hıyabanı (Bakü, 20 Ocak 2015)


Derbent (Dağıstan) Narin Kal'a


Derbent, Dağıstan (Yıl 1995 olmalı)


Kaybolma Tehlikesi Altında Bulunan Bir Ağız: Karabağ Ağzı (İhtisas Artırma Enstitüsü, Bakü 2015)


Karabağ, Azerbaycan’ın en güzide köşelerinden birisidir.  Karabağ, Ermenilerin yıllardır hazırladıkları projeler ve siyasi manevralar neticesinde Rusya’nın da desteği ile Sovyetler Birliğinin yıkılma sürecinde Azerbaycan’dan koparılır.
Karabağ'a,  Eski Roma ve Yunanlılar Albanya; Araplar ise Helenistik devirde burada yaşayan Arran veya Aronal adlı bir kavme izafeten Arran demişlerdir.[1] Arap müelliflerden El-Kufi, X. asırda kaleme aldığı "Kitabu'l-Fütuh" adlı eserinde Arran hakkında bilgi verirken bu yörenin başkentinin Berde olduğunu belirtmektedir.[2]     
Bu vilâyete, bölgede hüküm süren Arran adlı bir hükümdarın ismi verilmiştir. Kelimenin kaynaklarda Türkçe olduğu belirtilmekte, etimolojisi; eren ˝er, erkek, kişi˝, -en genişleme eki[3] ya da Eski Türkçe'de olduğu gibi isimlere gelerek çoğul anlamı veren ek şeklinde izah edilmektedir.
Karabağ'a, VI. yüzyılda Kür ve Aras nehirleri arasında hüküm süren İskitler döneminde Arsah denilmektedir. Tarihi kaynaklarda İskitlerin Türk olduklarından bahsedilmektedir. Bu kelimenin de Türkçe olduğu belirtilmekte kelimenin etimolojisinin; er "erkek, kişi, yiğit"; sak ˝sağ, akıllı, yetenekli˝ şeklinde olduğu kaydedilmektedir.[4]
Bölgeye daha sonraki dönemlerde aran karabağı, Karabağ Beylerbeyliği, Uti ‘’kara’’, Karabağ-ı Azerbaycan, Vilayet-i Gence Karabağ, Şimal-i Azerbaycan Karabağ, Düzen Karabağı, Dağlık Karabağ gibi  isimler verilmiştir.
Milattan önceki dönemlerden bölgeye Türk boylarının  göçleri gerçekleşmeye başlar. Bu bölgede sırasıyla Kimmerler, İskitler, Kaspiler, Dondarlar, Partlar, Aranlar, Peçenekler,Udinler, Sabirler,Hazarlar, Selçuklular, Haçin Kinyazlığı, İlhanlılar, Timurlar, Karakoyunlular, Akkoyunlular,Safeviler, Osmanlılar, Ruslar hakim olmuşlardır.
Karabağ Hanlıkları döneminde bölge Rusların işgaline uğrar. Çarlık döneminde Karabağ Rusların hakimyeti altına girer. Daha sonra Çarlık Rusyası yıkıldıktan sonra da bölge Sovyet hakimiyeti altına girer. Bu süreç Azerbaycan topraklarının Sovyetler Birliği işgali ile birlikte yetmiş yıla yakın Sovyet hakimiyeti altında kalır.
Ermeniler, Dağlık Karabağ’ın kendilerine bağlanması için farklı şehirlerde gösteriler yapmaya başlarlar. Dağlık Karabağ'da, 1987 yılı sonlarında gerçekleşen olaylar, Azerbaycanlılar tarafından ilk başta hukuka aykırı uç hareketler olarak görülür; fakat gelişmeler neticesinde bu hareketlerin, çok önceden bilinçli bir şekilde hazırlanarak sahneye konulan oyunun bir parçası olduğu anlaşılır. Özellikle Rusların Bakü'de gerçekleştirdikleri "20 Yanvar" hadiseleri bu görüşü destekler niteliktedir.[5]
Böylece, 1988'den 1991 yılları arasında, Azerbaycan halkı yeniden sürgüne tâbi tutulur. Bu sürgün, 1930'lu yıllardan farklı olarak zindanlara, resmi kararla deği; hükümsüz bir şekilde, Rusların perde arkasında rol almasıyla, Ermenilerin eliyle gerçekleştirilir.[6] Ermenilerin saldırıları neticesinde 200 bin insan, Karabağ'dan zorla göç etmek zorunda kalır, 214 kişi acı çekerek öldürülür,  binlerce insan yaralanır, Karabağ olaylarından dolayı 20 Ocak olayları gerçekleşir, Azerbaycan’ın bir helikopteri düşürülür, helikopterdeki 23 devlet adamı hayatını kaybeder. Bu gelişmeler sırasında Gorbaçov’un öncülük ettiği barış girişimleri sırasında Petrosyan, savaşı durduracağına dair söz verdiği halde, Eylülün 26'sında Ermeniler, Kerkiçahan'a hücum eder, aynı gün Şuşa’ya roketli saldırı düzenler.[7]
Karabağ eylemlerinin ilk başladığı dönemlerde, 1987'nin sonu 1988'in başlarında, Azerbaycan’ın ve Ermenistan'ın, Sovyetler Birliği ittifakında yer aldığı bir dönemde, Ermeniler Azerbaycan Türklerine saldırırlar; 1989–1994 yılları arasında Ermeniler, Azerbaycan'ın farklı yerleşim yerlerine 4000 kez saldırıda bulunur, bu saldırlar sonucunda 1523 kişi hayatını kaybeder, 3072 kişi yaralanar, 311 kişi de Ermeniler tarafından esir alınır. Bunun yanında 14014 büyük ve küçükbaş hayvan halkın elinden alınır, 1488 ev, 90 araç, 11 otobüs, 6 uçak, 7 tren Ermeniler tarafından tahrip edilir. Bu rakamlara Hocalı'daki kayıplar dâhil edilmemiştir.[8]
Barış için dış güçlerin baskıları sonucunda Karabağ savaşı 24 Mayıs 1994 tarihinde sona erer. Ermenistan Azerbaycan'ın topraklarının 1/4'ini işgal ettikten sonra ateşkese uyma hususunda zorlanmaz.(!)[9]Ateşkes imzalandıktan sonra Karabağ meselesini barış yoluyla çözme süreci başlar. 
Ermeniler tarafından işgal edilen toprakların işgal tarihi ve bu yerleşim yerlerinden çıkarılan mültecilerin sayısı şu şekildedir:
Hocalı 26 Şubat 1992,  6.000 kişi,
Şuşa 8 Mayıs 1992, 30.000 kişi,
Lâçin 17 Mayıs 1992, 30.000 kişi,
Kelbeçer 31 Mart 1993, 60.000 kişi,
Ağdam 23 Temmuz 1993, 150.000 kişi,
Cebrail 30 Ağustos 1993, 60.000 kişi,
Fuzuli 22 Ağustos 1993, 110.000 kişi,
Gubadlı 1 Eylül 1993, 60.000 kişi,
Zengilan 28 Ekim 1993, 60.000 kişi.
Ermeni saldırılarıyla,  Azerbaycan'ın 1000'e yakın yerleşim yeri işgal edilir, bu topraklar Azerbaycan'ın topraklarının 1/4'nü teşkil etmektedir. Bu savaş sonucunda Ermenistan'dan, Karabağ'dan ve Karabağ'a yakın yerleşim yerlerinden 1 milyon insan mülteci durumuna düşer.[10]
Bu süreçle birlikte yıllardır Azerbaycan toprakları olarak tarihteki yerini alan bölge Ermenilerin yıllardır sistemli ve ısrarlı çalışmaları neticesinde Azerbaycan’dan koparılır. Yüzyıllardır Türk yurdu olarak tarihte yerine alan  Karabağ Azerbaycan ağızları içerisinde önemli bir yere sahiptir. Azerbaycan’da ağızlar doğu, batı, kuzey ve güney olmak üzere dört grupta ele alınır. Karabağ ağzı da Azerbaycan’ın batı grubu ağızları içerisinde ele alınmaktadır. Batı grubu ağız özellikleri:
1. Karabağ ağızlarının içerisinde bulunduğu Batı grubu ağızlarının en karakteristik özelliği bu bölgede ñ sesinin yaygın olarak kullanılmasıdır: oğluñ, öyüñ, çıxardıñ, oña gibi
            2. Batı grubu ağızlarında düzlük yuvarlaklık uyumunun sağlam olduğu görülmektedir: döylör, tüşör, suloyjoyux  gibi.
            3. Bu grupta yer alan ağızlarda diğer ağızlardan farklı olarak bazı kelimelerin başına dar ünlü "ı"  gelir: ılxı, ıldırım, ılıx, ışıx gibi.
            4. Diğer taraftan bu gruptaki ağızlarda kalın ince sıra ünlüler, kalın sıra ünlü olur: xavar, vatan, ya:nı, hasan, çiyar vb.
            5. Batı grubu ağızlarında b>v, c>j değişmesi oldukça yaygın ses değişmelerindendir: çovan, xavar, livas, çivin, ġoja, gejə, bajı vb.
            6. Bu grupta yer alan ağızlarda b>p, d>t değişmeleri de yaygın olarak görülmektedir: pıçax, pişmiş, tustax, tukan, tıfar, tuxar gibi.
            7. Batı grubu ağızlarında v>y değişmesi de yer yer görülen ses hadiselerindendir: doyşan, yoyjan gibi.
            8. Batı grubu ağızlarında ˝y˝ ve ˝h˝ seslerinin düştüğü görülmektedir: uxu, uxarı, örüllər, örümcək, ışġırıx gibi. [11]  
            9. Kelime sonunda k>x:, ve ġ>x değişmesi oldukça yaygın ses hadiselerindendir: almax, papax, ilix:, kəlməx:.
            10. Kelime sonunda b>f değişmesi bu grupta yaygın görülen ses değişmelerindendir: kitaf, gelif, baxıf, yazıf, alıf gibi
            11. Kelime ortasında ve tek heceli kelimelerin sonlarında b>v değişmesi gerçekleşmektedir: çovan, ġavax, bava, ġav, çiv gibi.
            12. Soru anlamı taşıyan cümleler çoğu zaman -mı, -mi, -mu, -mü soru edatlarıyla yapılır: oxudunmu? ketdinmi?[12]
SONUÇ:
Yüzyıllardır Türk boylarının mesken tuttuğu bu topraklar Türk kültürü ve medeniyeti ile yoğrulmuştur. Dil özellikleri yönüyle ele alındığında Azerbaycan’da önemli bir yere sahip olan Karabağ ağızları Ermenilerin Karabağ’ı  işgal etmesiyle birlikte meskunların tamamı Karabağ’ı terk etmek zorunda kalır. Bugün Azerbaycan’ın farklı yörelerinde meskûn bulunan Karabağlılar kendi kültür ve dillerini devam ettirse de özelikle yaşlı neslin her geçen gün azalması, bölgenin kültürel mirasının canlı taşıyıcıları olan yaşlı nesille birlikte bölge ağzı da tehlike altında bulunmaktadır. Karabağ’ın işgaliyle birlikte yurdundan ayrılan insanlar yeni yerleşim yerlerinde ilk dönemlerde zor şartlar altında hayatlarını devam ettirmek zorunda kalırlar. Bugün Azerbaycan’ın da refah seviyesinin artmasıyla mültecilerin de yaşam standartları artmıştır.
Karabağ tarihten de anlaşılacağı gibi Azerbaycan’ın en kadim topraklarındandır. Bunu gerek tarihçiler gerek dil bilbilimciler gerekse foklor araştırmacıları hazırladıkları eserlerle bilimsel olarak ortaya koymalılar. Bunun yanında bölgedeki toponimler de ayrıntılı olarak ele alınmalıdır. Bu hakikatler bilimsel mahvillerde dile getirilmelidir. Bugün işgalden sonra dünyaya gelen yeni nesil Karabağ’la ilgili kulaktan duyma malumatlara sahipler. Kendi vatanlarını büyüklerin anlattıkları kadar bilmektedirler. Bundan dolayı da yeni neslin vatanları ile ilgili bilimsel ve tarihi malumatlara sahip olması önem arz etmektedir.
Yapılabilecek çalışmaları şu şekilde sıralamak mümkündür:
1.      Bilim adamlarının üzerine düşen en önemli vazife bölgenin tarihini ele alan eserleri farklı dillere çevirip tarih bakımından bölgenin Azerbaycan’a ait olduğunu göstermektir.  
2.      Diğer taraftan dil yadigarları üzerine de dilciler bölge ile ilgili kapsamlı çalışmalar yapılmalıdır. Özellikle de ağız çalışmalarına yaşlı neslin her geçen gün azaldığı da göz önüne alınarak hız verilmeli. Belde belde derlemeler kapsamlı olarak yapılmalıdır.
3.      Karabağ’ın folklor çalışmaları açısından da zengin bir yapıya sahiptir. Folklor çalışmaları da kapsamlı olarak ele alınmalıdır. Her bölgeden derlemeler geniş şekilde yapılmalıdır. Bugün Karabağ folkloru ile ilgili yapılan çalışmalar genişletilebilir.
4.      Karabağ için bölgesel olarak ağız atlasları hazırlanması, Karabağ ağzının kaybolmaması için önem arz etmektedir.  
5.      Karabağ’daki toponimler de önem arz etmektedir. Bölgenin toponimleri ayrıntılı olarak ele alınmalıdır. Hayatta olanlardan daha geniş şekilde de derlemeler yapılmalıdır.
6.      Karabağ’dan derlenen metinler doğrultusunda çocuk kitapları hazırlanabilir.
7.      Karabağ’ın meşhur şahsiyetlerinin ele alındığı eserler gelecek nesillere bölgenin tanıtılması ve unutulmaması için hem çocuklar için hem de yetişkinler için hazırlanabilir.
8.      Karabağ’ın dil, kültür, tarih ve medeniyet bakımından ayrıntılı olarak ele alınması önem arz etmektedir.
9.      Kısaca Karabağ’ın kültürel mirası ayrıntılı olarak tekrar ele alınmalıdır.




* Prof. Dr. Qafqaz Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
[1] Mustafa Aydın, ‘’Karabağ’’, İslam Ansiklopedisi, c. 24, s. 367.
[2] Rafik Eliyev, Karabağ: Yalan ve Hakikat, Bakı 1998, s. 16.
[3] Yusuf Yusufov, XII. Türk Tarih Kongresi, Kongrede Sunulan Bildiriler, c. 2, Ankara 1994,  s. 288.
[4] H. D. Hailov, Karabağ'ın Elat Dünyası, Bakı 1992, s. 14. 
[5] Ramiz Mehdiyev, Azerbaycan'a Karşı Soykırım Gerçekleri, Bakı 2000, s. 29.
[6] Celal Kasımov, Represiyadan Deportasiyaya Doğru, Bakı 1998, s. 283.
[7] Esger Abdullayev, Ermenilerin Azerbaycan'a Tecavüzkârlık Siyaseti XIX. Esrin Ahırı, XX. Esr, s. 240.
[8] Dağlık Karabağ Hadiselerinin Xronikası (1988–1994), Azerbaycan Respublikası, Dâhili İşler                 Nazirliği, Bakı 2002, s. 88.
[9] Rovşen İbrahimov, ‘‘Dağlık Karabağ Sözde Cumhuriyeti'nin Bağımsızlığının Tanınması          Durumunda Uluslararası Ortamda Ortaya Çıkabilecek Sorunlar’‘, Ermeni Araştırmaları, Sayı 6,              Yaz 2002,  s. 118.
[10] Salman Babayev, Muharebe, Bakı 1995,  s.120.
[11] R. E. Rustemov, M. Ş. Şiraliyev, Azerbaycan Dilinin Gerb Grubu Dialekt ve Şiveleri, Bakı       1960, s. 6.
[12] M.Ş. Şiraliyev, Azerbaycan Dialektologiyası,  Bakı 1943, s. 20.